Günün Programı
Yazı Boyutu
Bulgaristan Ulusal Radyosu © 2024 Tüm hakları saklıdır

Cuma öğleden sonra

İtaatsizlik

Photo: BGNES

Bulgaristan topraklarında doğup yetişen ve genç bir filizken doğduğu toprakların bağrına saklanan yazar, şair ve hatip Mehmet Fikri (1908-1941), ardında toplumun derdine merhem olacak pek çok yazı ve şiirler bırkamıştır. Onun kaleme aldığı eserlerin esas noktası, ahlâk ve eğitimdir. Bu önemli şahsiyetin ruhunu şad etmek ve yaşadığı dönemin sorunlarına ışık tutan yazısından günümüze dair bir şeyler söyleyip söylemediğine bakmak için herkesin şikâyet ettiği bir konuyu gündeme alıyoruz. İtaatsizlik... 

Bakın neler yazmış rahmetli Mehmet Fikri:

Bozulmadık neremiz kaldı bilmem; fakat, ahlâkımız pek çok bozuldu. Son senelerde ölüp giden bir çok fazîletler gibi hürmet ve itâatın de ağızlarda adı kaldı. Hakîkatte, büyük, küçük kimdir bilen, sıra saygı güden yoktur. Saygısızlık moda oldu.

Baba, ağzını bir karış açmış da vire bağırıyor: “Bu bizim Ahmet de insan değil, köpek!.. Hatta köpekten de aşağı... Köpek, hiç olmazsa sahibini tanır.. “Kuçu, kuçu!.” diye seslenildiği zaman davete icabet eder, “Hü, hü!..” diye haykırıldığı vakit yaptığından vazgeçer... Fakat, bu bizim çocukta eşek damarı mı vardır, nedir bilmem!.. Bir şeyi “Yap!” desen yapmaz; “Yapma!” dersen inadına yapar. Bu kadar da aksilik, bu kadar da saygısızlık, diklik olur mu?.. Aklı mı yok... Fikri mi kısa... Nesi noksandır bilmem? Baba, kimdir?.. İtâat nedir? Öğretemedim gitti... Azman, dik kafanın birisi.. Dünyada akıllı varsa da yoksa da kendisi... Hep, her zaman, her işte kendini dinliyor. Köpeğin bâri aklı erse... Yaptığı işlere bakıp bakıp da çıldıracağım geliyor. Aman, yâ Rabbî, şu divaneye bir az akıl ver, fikir ver, izan ver!.. Ver de ana nedir, baba kimdir, büyük, küçük ne demek anlasın!..”


Ananın kızından şikâyeti de bundan aşağı değildir. O da her zaman ağlanıp duruyor: “Aman bu bizim Ayşe’den aman!.. Bıktım, usandım artık... Ne sözden anlar, ne de sazdan... İşin yoksa sabahtan akşama kadar söylen, dur... O yine kendi kafacığını dinler. Ne ana tanır, ne de baba bilir. Hürmetten, itaatten haberi bile yok!. Allah biliyor ya, ben bu yaşta iken hiç de böyle değildim. Kör olası kime benziyor bilmem?.. Anamı dinleyeceğim de gönlü olacak, bana hayırlı dualar edecek diye korkuyor. Babasını dinlerse, sanki kıyamet kopacak... Ne günlere, ne fena zamanlara kalmışız yâ Rabbî!.. Büyük, küçük bilen yok, hatır, gönül güden yok... Sıra, saygı unutuldu, küçük, büyüğü tanımıyor, ana, baba bilinmiyor.. Âhir zaman!..”

Hürmetsizlikten, itaatsizlikten canı yanarak haklı haklı ağlayan, sızlanan ve dert yanan yalnız ana ve baba değil muallim de yanık yanık şikâyet ediyor: “Oh, yâ Rabbî... Bıktım, bıktım, artık yâ Rabbî!.. Bu meram anlamaz, insan dinlemez, haşarı ve yaramaz çocuklardan bıktım, bıktım... Ne “Sus!.” dersen susarlar, ne de “Otur!.” dersen otururlar. Kuzuların çobanlarını saydıkları kadar beni saymazlar. Muallim nedir, talebe nedir, şu terbiyesizlere anlatamadım ve anlatamayacağım vesselâm... Hürmet nedir, itaat nedir, bilmezler. “Çocuklar, uslu oturunuz, derslerinize çalışınız!” diye nasihat ede ede çeneciklerim yoruldu, aşındı. Fakat, kim okur, kim dinler?. Tesiri yok.. Haydi tekdir edeyim, kınayayım. Aldıran yok ki... Bin tekdire bir metelik vermezler. Diyeceksiniz dayak, babam, dayak... Bak, o zaman dinlemeyecekler mi? Doğru, hep gene cennetten çıkma, hep gene dayak... Fakat aksiliğe bakınız ki o da yasak!.. Anladık, be kuzum, anladık. İnsan dövülmez. Fakat, artık eşeklere de mi dayak atılmayacak?.”

Evlerden, mekteplerden dinlediğimiz bu acı şikâyetler pek açık olarak gösteriyor ki bizde hürmet ve itaatten iz kalmamıştır. Kendi öz anasını dinlemeyen kızdan kayın analar ve kendi babasını adam yerine saymayan oğuldan başka ihtiyarlar varsın hürmet ve itaat bekleye dursunlar... Görebilirlerse aşkolsun!..

Dert, büyüktür. Şecere-i itâat (itaat ağacı) kökünden kurumuştur. Oğlundan ağlanan babaya, kızından sızlanan anaya ve talebesinden yanık yanık şikâyet eden muallime şimdi ben de şunları sorayım:

“Anladık, anladık: Oğlunuz sizi dinlemiyor, kızınız size karşı gidiyor. Talebeniz meram anlamıyor, nasîhat dinlemiyor... Anladık, anladık: Büyük, küçük bilen yok, ana, baba, muallim nedir sayan yok!.. Hürmet, çoktan unutulmuş; itaat, büsbütün kalkmış... İşler, artık gittikçe sarpa sarıyor. Fakat, ey müştekîler, ey ana ve babalar, ey saygısızlığın ayakları altında kıvranan muallim efendiler... Size hürmet ve itaat etmediklerini dünyalara duyurduğunuz o çocuklar, Allah’a hürmet ve itaat ediyor mu? Onlar Peygamberini tanıyor mu?.. Namaz kılıyor mu, oruç tutuyor mu, caminin kapısı nereden açıldığını biliyor mu? Neden hiç buradan bahsetmiyorsunuz?

Onları bir tarafa bırakalım... Çünkü; siz de itiraf ediyorusunuz ki onlar, hürmetsiz ve itaatsiz mahlûklar... Büyük, küçük nedir bilmiyorlar. Fakat, ey dert yanan dertli ana ve babalar, ey talebenin yaramazlığından şikâyet eden muallimler; siz, kendiniz, büyük ve küçük tanıyor musunuz? Sizde o ruhuna rahmet okuduğunuz, itaatten bir nebzecik var mıdır? Siz, o çocuklardan büyük olduğunuz gibi Allah ve Peygamberi de sizden büyük, hem de hiç kıyas kabul etmeyecek kadar büyük değil midir? Neden bir saatte bin defa Allah’a karşı gidiyor ve Peygambere muhalefet ediyorsunuz? Sizin Allah ve Rasulüne karşı isyanınız, o çocukların size karşı itaatsizliklerinden kat kat büyük ve çok değil midir? Siz, büyük küçük kimdir; hürmet ve itaat nedir biliyorsunuz da neden Allah’a itaatiniz, Peygambere hürmetiniz yok?... Kendiniz, kendi hata ve isyanlarınızla gölgesinde dinlenmek istediğiniz şecere-i hürmet ve itaati (saygı ve itaat ağacını) tâ kökünden kesip atıyorsunuz da sonra bir de hiç utanıp sıkılmadan “Hürmet yok... İtaat yok!..” diye kıyametler koparıyorsunuz!

Evet, hürmet yok, itaat yok... Yok, çünkü, şecere-i itaatın kökleri kesilmiş, kâşâne-i itaatin (itaat sarayının) temelleri yıkılmış... Hiç, köksüz ağaç ve temelsiz bina durur mu? İtaatin kökü, temeli Allâh’a itaat ve Peygambere itaattir. Bu ikiye itaat yok ki ana ve babaya karşı itaat; hocaya ve diğer büyüklere karşı hürmet, saygı bulunsun!..

“Ve etîu’llâhe ve rasûlehû in küntüm mü’minîn!”

Mehmet Fikri’nin kaleme aldığı bu yazı, Sofya’da yayınlanan “Medeniyet” gazetesinin 4 Kasım 1938 tarihli 167. sayısının 1. sayfasında basılmıştır.




Последвайте ни и в Google News Showcase, за да научите най-важното от деня!

Kategorideki diğer yazılar

Cuma öğleden sonra

Cuma öğleden sonra dini konulardaki sohbetimizde Vedat Ahmet ile birliktesiniz.

Eklenme 27.09.2024 14:05
Bulgaristan'ın bağımsızlığının ilan edildiği Veliko Tırnovo'daki Tsarevets Tepesi'nde bulunan anıt levha

1908’de ülkemiz tam özgürlüğe kavuştu

1908 yılının 22 Eylül tarihinde Bulgaristan’ın bağımsızlığı ilan edildi. Bulgaristan’ın tarihinde tek başına gerçekleştirilen en cüretkâr eylem olan Doğu Rumeli ile Bulgaristan Prensliği’nin Birleşmesi’nden otuz yıl sonra Bulgarlar bir kez..

Eklenme 22.09.2024 05:15

Sofya’da düzenlenen festival İmparator II. Konstantius dönemini yeniden canlandırıyor

21 ve 22 Eylül tarihlerinde Sofya’nın konukları ve sakinleri   Büyük Konstantin’in oğullarından biri olan II. Konstantius’un hükümdarlık sürdüğü dönemin tarihi dokusunu yansıtan bir etkinliğe katılabilir. Geç antik çağının yeniden canlandırıldığı..

Eklenme 21.09.2024 07:35